Hakikati aramak yerine ''hakikatli insanlar''ın sunduğu ''gerçekler''le yetinmeye başladığımızda küstürdüğümüz ''düşünme'' eylemi önce karada gezindi biraz, umutla bekledi. Eylemsizliğin kronikleşmesiyle bir zaman sonra yeraltına inmek zorunda kaldı, mağara mağara gezdi, yoruldu. Yattı, uyuyamadı, eğildi, doğrulamadı. Suya girdi, boğuldu. ve tükenirken kararını verdi: Bulabildiği ilk muz kabuğuna atlayıp buralardan gidecekti.
Biz doğuyla batı arasında kalmış ne tam Asyalı ne tam Avrupalı, ne de tam Ortadoğulu insanlar olarak ne idüğümüzü birtürlü belirleyemedik.
Fikir üretmede kısırız, ve belki kısırlığımızın farkında oluşumuzdandır televizyonlarda boy gösteren okumuş, "aydın" insanlara fazla değer verişimiz. Hele ki savunduğu düşünce bizimkisiyle bir dönem yahut birkaç kez örtüşmüşse o insana toz kondurmuyor, konduranı da alaşağı ediyoruz.
İşte, vaktiyle aklımızı kullanarak onayladığımız insanı yine akılla müdafaa etmek yerine ona kalben bağlılık hissedip ortaya çıkacak muhalefet durumlarına karşı tüm savunmaları hissi duygulara indirgedik. İrdeleyici değil sahiplenici olmak, bizi Garp'tan koparıp kendine hayrı olmayan Şark'a götürdü.
İnsanların pekâlâ fikirleri değişebilir, yeri gelir savunduğunun tam zıttını savunabilir. Ziya Paşa aydın değil miydi Şiir ve İnşa'yı yazarken? Yahut Harâbât'ı yazarken sokaktaki herhangi biri miydi, elbet hayır! Akademik alanlarda mazur görülebilir böylesi kökten dönüşümler, tutarsızlıklar. Çünkü yazarın sorumluluğu halka karşı değil; uzmanlara, meslektaşlara karşıdır. Böyle bile olsa eleştiri şarttır; çünkü onun yanlışını göstermek aydının görevidir.
Ziya Paşa'nın arkadaşıydı Yahya Kemal, en çok o eleştirmemiş miydi onu? Eleştirmişti de kemâlliğinden bir şey mi kaybetmişti? Kazanmış mıydı peki? Elbet! Neyi? Aydın sorumluluğunu. Bugün onu halen Türk Edebiyatı'nda en başta anıyorsak şiirlerinden başka bu fikrî hususların da payı yok mu? İsabet, fikir, öngörü, çağı doğru okuma aydın tasvirinin olmazsa olmaz vasıflarıdır. Bunları ondan aldığımız vakit elimizde kalan et, kemik herhangi bir insan oluşturmak için yeterli olsa da aydın insanı oluşturmak için yeterli değildir.
Biz üretemeyen ama üretene saygı gösteren insanlarsak, birtürlü Batı'nın eleştirel felsefesini uygulayamıyorsak yapacağımız şey eleştirmeyi "sevmek" gibi gerekli duygular arasına katıp normalleştirmektir.
Sırf biri bir gün iyi bir laf etti diye ona dokunulmazlık zırhı giydirmek; şovence hareketlerine, daha iyiye gitmesi gerekirken tutarlı olmak adına- devam ettirdiği yanlışlarına arka çıkmak gafletinde bulunmak derhal terkedilmesi gereken bir ülke âdetidir.
Konuyu İstanbul İkinci Bölge aydınlarına indirgemek istiyorum:
Bir aydın düşünün ki demokrat dediği siyasinin diktatör olduğunu 12 yıl sonra anlayabilsin.
Bir aydın düşünün ki güçler ayrılığını ortadan kaldırmaya zemin hazırlayan referandum için çırpınsın, kitleleri etkilemek için ağlayıp gözyaşı döksün. İktidar hizmetindeki türlü yayın organlarıyla halkı etkileyen demeçler verip, aynı zamanda bu ''vatanî görev''iyle para kazanabilsin.
Üzerinden 12 yıl geçmiş, bataklığa varmışız. Güçler tek elde toplanmış, ağızdan çıkan sözle bir saat içinde kadrolar yeniden şekillenmiş. Arada tek tuk çıkan görev insanları da yaftalarla işinden uzaklaştırılmış.
Her sınavda bir usülsüzlük, her atamada bir kayırma olmuş. Sahte diplomalarla vasıfsızlar baş yapılmış, vasıflı insanlar ötekileştirilerek işinden azat edilmiş.
''Zaman bulamadığım için kitap okuyamıyorum; ama bana sağolsun arkadaşlarım kitap özeti veriyor'' diyen utanılası bir başbakanın adı bilim yuvası olması gereken üniversiteye verilmiş.
Yeşilin en güzel, mavinin en saf tonu Çevre Bakanlığı kararlarıyla griye devşirilirken Urla, Datça ve tüm güzel bakir koylar imara açılmış.
12 yıl... Tam 12 yıl sonra anlamış bizim kültürlü demokrat bu işte bir yanlışlık olduğunu.
Vay bee aydına bak, ya 22 yıl sonra anlasaydı, ya hiç anlamasaydı?
Sözleri, sezileri, öngörüleri, tespitleriyle yüzbinlerce insanı etkileyebilmiş de aynı sokakta 12 yıldır "bu adam diktatör" diye bağıran sıradan insandan etkilenememiş.
Çünkü o insan, ''devrin müvazenesiz debdebesinin kofluğu içinde, âdeta sembolik bir ifade kudretinde(1)''ymiş. Aydına tesir etmek şöyle dursun ondan etkilenmediğini dile getirmesi bile onu toplum içinde değersizleştirebilirmiş.
12 yıl sonra gelen aydın isabeti... Şükretmeliyiz ki anlamış ve şimdi bizi bu tehlikeli yöneticilere karşı uyarıyor! Kadın cinayetlerine üzülüyor, eğitim sistemine kızıyor, hukuksuzluklara tahammül edemiyor. Tam bir aydın duruşu.
Bu insanlar koltukları kabarmış aydınım diye nasıl gezebiliyorlar televizyonlarda? Kim, nasıl ekmek verebiliyor onlara? Sıfatlarını, büyüklüklerini, ceplerindekileri kaybetmeden nasıl muhafaza ediyorlar şaşaları hiç düşündünüz mü?
Nazlı Ilıcak'ı, Hasan Cemal'i, Adalet Ağaoğlu'nu, Cengiz Çandar'ı, Perihan Mağden'i, Orhan Pamuk'u, Yasemin Göksu'yu, Sezen Aksu'yu
Hiç düşündünüz mü?
12 yıl önce, 12 yıl sonra.
Geldiğimiz yerle vardığımız yeri, varacağımız yerle asla varamayacağımız yeri..
Hiç düşündünüz mü?
Böylesi kofluğa tahammül etmek için televizyon seyretmeyi bırakmışken orada birilerinin bu "aydın"ları ısrarla, canla başla alkışlamaya devam ettiğini gördükçe kahrımdan ölesim geliyor.
İktidara her gelene, elinde en çok gücü bulundurana sırt dayayıp hem itibar hem mal mülk elde eden bu adamları beslemekten artık vaz geçin.
Hak aşkına, halk aşkına, pîr aşkına vaz geçin.
(1) Dino Güzin (1954). Recai-zâde Ekrem'in Araba Sevdası Romanında Gerçeklik. Türkiyat Mecmuası, c. XI, 57-74
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder