18 Aralık 2014 Perşembe

tarih

Bugün 18 aralık.
Bugün ilk kez pırasa yemeği yedim.

27 Kasım 2014 Perşembe

14 Kasım 2014 Cuma

19 Heceli Hacet Namazı

Tanrım,
şansımı başka bir gezegende deneyebilir miyim?

olmayanların altındaki olmuşların çilesi

Aksaklık,
Çarpıklık,
İşbilmezlik,
Hırsızlık,
Yalan,
Dolan,
Talan
Yüceltilmiş ülkenin birinde zirveye konmuş.

 "Bilen" alta atılmış, ezilsin, nefesi kesilsin ve ölsün diye.
Ve kalan o iki nefes son zamanlarında sadece sorgular arası soru işareti yerinde kullanılmış, bir fazlasına ihtiyaç duyulmamış.

"Nasıl olur?"
"Nasıl olur?"
"Nasıl olur?"
"Nasıl olur?" diye diye, sola sarara, kendini çürüte çürüte silinmiş gitmiş.

Nefesi kalmış havada, ve kim bir yanlışın üzerine gider ona kanunla nizamla çözüm ararsa nefes yüzüne eser onu uyarırmış...

(Devam ede-de-bilirim. Oysa en güzeli susup sigara yakmak, kahve kupasıyla konuşurken)

25 Nisan 2014 Cuma

Kendiliğindenliğin Biricikliği Üzerine

Bu benim kitap ismim. Biraz önce aklıma geldi.

Makul bir konu, biraz çalışırsam 5 yıla iyi bir iş çıkarabilirim gibime geliyor:)

Bir şeyleri dürtülüp güdülmeden yapmak. Nezaketi, sürprizi, ödevi  belki.. aklı başında bir insandan beklenen bir özellik değil mi zaten?

Bunu bir düşünün =)

20 Nisan 2014 Pazar

Her aşk bir haksızlık, her haksızlık bir ''never again''


''Katedralin saati yediyi vurduğunda gökyüzünde pembe renkli, berrak, tek bir yıldız vardı; geminin biri kederli bir veda çığlığı attı; yaşanabilecekken yaşanmamış tüm aşkların sıkıntısını bir Gordiyon düğümü gibi hissettim gırtlağımda.'' *


Benim galiba aşkla kimyam uyuşmuyor. ''Bu kez doğru insanı buldum!'' dedikten, kelebekleri karnımda hissettikten çok değil 3-5 ay sonra kendimi hangi şarkıda canım daha fazla yanabilir arayışındayken buluyorum.

Bitsin diyen ben oluyorum. Çünkü benim aşkım, sevgim, sadakatim ilişkiyi devam ettirmek için yeterli olmuyor. Karşının belki umursamazlığı, belki gururu bitirme kararını onaylıyor -hem de ne güzel onalıyor- ve iki kişinin rızasıyla gerçekleşiyor ayrılık.

Ben artık ilişkide bu evreyi yaşamak istemiyorum, taşıyamıyorum da zaten... Acı, giderek azalacağına sanki daha fazla keder, daha fazla hüzün, daha fazla şiir hakim oluyor hayatıma.

Benim gibi duygusallık sevmeyen, -dahası nefret eden- birisi için epey yadsınacak bir durum istenmeyene evrilmiş olmak. Kendime tahammül edemiyorum, kızıyorum; çoğu da üzülüyorum. Son düşmüşlük tarihinin üzerinden belki bin geçmiş, matematiğim uyuşuyor, hesaplayamıyorum. En son ne zaman görülmüş böyle büyük yenilgi derken karlar altındaki Sarıkamış'a rastlıyorum. Besmeleyle çıkılan bu yolda son nefesler ahh diyor, ve beyaz ölüm umut ve hayallerin üzerine hoyratça yağıyor. Ben ki bir atın üzerinde tüfeğiyle kavga eden Enver oluyorum. Engel olamamayı, aciz kalmayı yakıştıramıyorum şânıma. Kanattığım tarihten utanıyorum çoğu zaman da...

Artık,
kendimden kaçmak, zihnimi meşgul etmek için iki saat spor yapıyorum, daha fazla ve daha hızlı kitap okuyorum, heykel - mimarî gibi -daha önce âlâkamın olmadığı- mecralarda geziniyorum, yağlı boya, akrilik, kimi zaman da mürekkeple boyanmış tuvallerin içinde saklanıyorum, gündemi takip ediyorum. İyi de malzeme çıkıyor; çünkü her şey yanlış. Her daim sinirlenecek bir demeç, yasa, uygulama, gaf, yüzsüzlük bulunabiliyor. Sinirlenmeyi üzülmeye tercih ediyor, savunma mekanizmasının oklarını sinir uçlarına yöneltiyorum.

Absürt bir şey aslında 4 aylık ilişkiyi unutmanın 4 aydan fazla süreye mâl olması. Ve bu dört aylık sürecin her günü o adamı akla getirmekse trajik.
Belki haksızlık yaptığını düşündüğüm için bu kadar acıtmıştır, belki şu belki bu. Bilmiyorum ama yoruldum.

Sonsuzluğu düşlemek istiyorum, sonsuzu ve netliği ve derinliği. Denizin dingin dalgalarını, havanın berraklığını, göz kamaştıran güneşi, yeşeren otları, yürümeye başlayan tay şaşkınlığını, gündoğumunu, domates peynir uyumunu. Yetinmeyi, sevinmeyi, güzel sevmeyi ve elleri... 


*Benim Hüzünlü Orospularım, Gabriel Garcia Marquez

Aslında Ahmet Hamdi Tanpınar'a Ait olmayan Şiir

Bir adın kalmalı geriye
Bütün kırılmış şeylerin nihâyetinde
Aynaların ardında sır
Yalnızlığın peşinde kuvvet
Evet nihâyet bir adın kalmalı geriye
Bir de o kahreden gurbet
Sen say ki ben hiç ağlamadım
Hiç ateşe tutmadım yüreğimi
Geceleri koynuma almadım ihâneti
Hele nihâvend hele buse hiç geçmedi aklımdan
Ve hiç gitmedi bir topak kan gibi adın
İçimin nehirlerinden
Evet yangın
Evet salâş yalvarmanın korkusunda talan
Evet kaybetmenin o zehirli buğusu
Evet isyân
Evet kahrolmuş sayfaların arasında adın
Sokaklar dolusu bir adamın yalnızlığı
Bu sevdâ biraz nâdân
Biraz da hıçkırık tadı
Pencere önü menekşelerinde her akşam
Dağlar sonra oynadı yerinden
Ve hallaçlar attı pamuğu fütursuzca
Sen say ki yerin dibine geçti geçmeyesi sevdâm
Ve ben seni sevdiğim zaman bu şehre yağmurlar yağdı
Yani ben seni sevdiğim zaman
Ayrılık kurşun kadar ağır gülüşün kadar felâketiydi yaşamanın
Yine de
Bir adın kalmalı geriye
Bütün kırılmış şeylerin nihâyetinde
Aynaların ardında sır
Yalnızlığın peşinde kuvvet
Evet nihâyet, bir adın kalmalı geriye
Bir de o kahreden gurbet
Beni affet
Kaybetmek için erken
Sevmek için çok geç

--Tanpınar'ı okuyan ve kavrayan birisi için bu şiirin ona ait olduğuna inanmak oldukça güç. Üslûp mesela başlıbaşına aykırı. Yayımlanmış şiirleri arasında da yer almıyor. Nereden, nasıl türedi bilmiyorum. İbrahim Sadri hazır hayattayken buna açıklık getirse iyi olacak.
Belki Tanpınar aşıktır, böyle bir şeyi kaleme alışmıştır olamaz mı? İhtimallere itibar ederseniz tabii ki her şey mümkündür =)
Şiiri sevdiyseniz Tanpınar'ınki farz edip mutlu olabilirsiniz, yüksek edebiyat zevkinizin sefasını sürün ^_^

17 Mart 2014 Pazartesi

Bol Aydınlı Ülkede Halkın Rolü

Hakikati aramak yerine ''hakikatli insanlar''ın sunduğu ''gerçekler''le yetinmeye başladığımızda küstürdüğümüz ''düşünme'' eylemi önce karada gezindi biraz, umutla bekledi. Eylemsizliğin kronikleşmesiyle bir zaman sonra yeraltına inmek zorunda kaldı, mağara mağara gezdi, yoruldu. Yattı, uyuyamadı, eğildi, doğrulamadı. Suya girdi, boğuldu. ve tükenirken kararını verdi: Bulabildiği ilk muz kabuğuna atlayıp buralardan gidecekti.

Biz doğuyla batı arasında kalmış ne tam Asyalı ne tam Avrupalı, ne de tam Ortadoğulu insanlar olarak ne idüğümüzü birtürlü belirleyemedik.

Fikir üretmede kısırız, ve belki kısırlığımızın farkında oluşumuzdandır televizyonlarda boy gösteren okumuş, "aydın" insanlara fazla değer verişimiz. Hele ki savunduğu düşünce bizimkisiyle bir dönem yahut birkaç kez örtüşmüşse o insana toz kondurmuyor, konduranı da alaşağı ediyoruz.


İşte, vaktiyle aklımızı kullanarak onayladığımız insanı yine akılla müdafaa etmek yerine ona kalben bağlılık hissedip ortaya çıkacak muhalefet durumlarına karşı tüm savunmaları hissi duygulara indirgedik. İrdeleyici değil sahiplenici olmak, bizi Garp'tan koparıp kendine hayrı olmayan Şark'a götürdü.

İnsanların pekâlâ fikirleri değişebilir, yeri gelir savunduğunun tam zıttını savunabilir. Ziya Paşa aydın değil miydi Şiir ve İnşa'yı yazarken? Yahut Harâbât'ı yazarken sokaktaki herhangi biri miydi, elbet hayır! Akademik alanlarda mazur görülebilir böylesi kökten dönüşümler, tutarsızlıklar. Çünkü yazarın sorumluluğu halka karşı değil; uzmanlara, meslektaşlara karşıdır. Böyle bile olsa eleştiri şarttır; çünkü onun yanlışını göstermek aydının görevidir.

Ziya Paşa'nın arkadaşıydı Yahya Kemal, en çok o eleştirmemiş miydi onu? Eleştirmişti de kemâlliğinden bir şey mi kaybetmişti? Kazanmış mıydı peki? Elbet! Neyi? Aydın sorumluluğunu. Bugün onu halen Türk Edebiyatı'nda en başta anıyorsak şiirlerinden başka bu fikrî hususların da payı yok mu? İsabet, fikir, öngörü, çağı doğru okuma aydın tasvirinin olmazsa olmaz vasıflarıdır. Bunları ondan aldığımız vakit elimizde kalan et, kemik herhangi bir insan oluşturmak için yeterli olsa da aydın insanı oluşturmak için yeterli değildir.

Biz üretemeyen ama üretene saygı gösteren insanlarsak, birtürlü Batı'nın eleştirel felsefesini uygulayamıyorsak yapacağımız şey eleştirmeyi "sevmek" gibi gerekli duygular arasına katıp normalleştirmektir.

Sırf biri bir gün iyi bir laf etti diye ona dokunulmazlık zırhı giydirmek; şovence hareketlerine, daha iyiye gitmesi gerekirken tutarlı olmak adına- devam ettirdiği yanlışlarına arka çıkmak gafletinde bulunmak derhal terkedilmesi gereken bir ülke âdetidir.

Konuyu İstanbul İkinci Bölge aydınlarına indirgemek istiyorum:

Bir aydın düşünün ki demokrat dediği siyasinin diktatör olduğunu 12 yıl sonra anlayabilsin.
Bir aydın düşünün ki güçler ayrılığını ortadan kaldırmaya zemin hazırlayan referandum için çırpınsın, kitleleri etkilemek için ağlayıp gözyaşı döksün. İktidar hizmetindeki türlü yayın organlarıyla halkı etkileyen demeçler verip, aynı zamanda bu ''vatanî görev''iyle para kazanabilsin.

Üzerinden 12 yıl geçmiş, bataklığa varmışız. Güçler tek elde toplanmış, ağızdan çıkan sözle bir saat içinde kadrolar yeniden şekillenmiş. Arada tek tuk çıkan görev insanları da yaftalarla işinden uzaklaştırılmış.

Her sınavda bir usülsüzlük, her atamada bir kayırma olmuş. Sahte diplomalarla vasıfsızlar baş yapılmış, vasıflı insanlar ötekileştirilerek işinden azat edilmiş.

''Zaman bulamadığım için kitap okuyamıyorum; ama bana sağolsun arkadaşlarım kitap özeti veriyor'' diyen utanılası bir başbakanın adı bilim yuvası olması gereken üniversiteye verilmiş.

Yeşilin en güzel, mavinin en saf tonu Çevre Bakanlığı kararlarıyla griye devşirilirken Urla, Datça ve tüm güzel bakir koylar imara açılmış.

12 yıl... Tam 12 yıl sonra anlamış  bizim kültürlü demokrat bu işte bir yanlışlık olduğunu. 
Vay bee aydına bak, ya 22 yıl sonra anlasaydı, ya hiç anlamasaydı?

Sözleri, sezileri, öngörüleri, tespitleriyle yüzbinlerce insanı etkileyebilmiş de aynı sokakta 12 yıldır "bu adam diktatör" diye bağıran sıradan insandan etkilenememiş.
Çünkü o insan, ''devrin müvazenesiz debdebesinin kofluğu içinde, âdeta sembolik bir ifade kudretinde(1)''ymiş. Aydına tesir etmek şöyle dursun ondan etkilenmediğini dile getirmesi bile onu toplum içinde değersizleştirebilirmiş.

12 yıl sonra gelen aydın isabeti... Şükretmeliyiz ki anlamış ve şimdi bizi bu tehlikeli yöneticilere karşı uyarıyor! Kadın cinayetlerine üzülüyor, eğitim sistemine kızıyor, hukuksuzluklara tahammül edemiyor. Tam bir aydın duruşu. 

Bu insanlar koltukları kabarmış aydınım diye nasıl gezebiliyorlar televizyonlarda? Kim, nasıl ekmek verebiliyor onlara? Sıfatlarını, büyüklüklerini, ceplerindekileri kaybetmeden nasıl muhafaza ediyorlar şaşaları hiç düşündünüz mü?
Nazlı Ilıcak'ı, Hasan Cemal'i, Adalet Ağaoğlu'nu, Cengiz Çandar'ı, Perihan Mağden'i, Orhan Pamuk'u, Yasemin Göksu'yu, Sezen Aksu'yu
Hiç düşündünüz mü?
12 yıl önce, 12 yıl sonra.
Geldiğimiz yerle vardığımız yeri, varacağımız yerle asla varamayacağımız yeri..
Hiç düşündünüz mü? 

Böylesi kofluğa tahammül etmek için televizyon seyretmeyi bırakmışken orada birilerinin bu "aydın"ları ısrarla, canla başla alkışlamaya devam ettiğini gördükçe kahrımdan ölesim geliyor.

İktidara her gelene, elinde en çok gücü bulundurana sırt dayayıp hem itibar hem mal mülk elde eden bu adamları beslemekten artık vaz geçin.
Hak aşkına, halk aşkına, pîr aşkına vaz geçin.

(1) Dino Güzin (1954). Recai-zâde Ekrem'in Araba Sevdası Romanında Gerçeklik. Türkiyat Mecmuası, c. XI, 57-74